Türk milliyetçiliğinin devrimci karakteri (2)


Mehmet Ulusoy

Türk milliyetçiliğinin devrimci karakteri (2)

Jöntürkler-Türkçüler-Sosyalistler: Türk Devrimi’nin temel denklemi
Batı merkezli liberalizmin, yani emperyalist sistemin bir uzantısı olan İştirakçi Hilmi ve benzerlerini dışta tutarsak, Türk sosyalizminin ulusal kökü, kaynağı Türkçülüktür. TKP’nin kurucu ve öncülerinin büyük çoğunluğu Türkçü hareketin içinden gelmişlerdir. Mustafa Suphi’nin yakın çalışma arkadaşı Ethem Nejat eski ve aktif bir Türkçüydü. Bursa Öğretmen Okulu Müdürü iken yazdığı “Türklük Nedir ve Terbiye Yolları”, “Yiğit Türkler” adlı incelemeleri onun Türkçülüğünü gösteren örneklerdir. Dünya Savaşı sırasında Eskişehir Eğitim Müdürlüğü’nde bulunurken gönüllü olarak askerlik yapan Ethem Nejat, 1918’de Almanya’ya gidince, Bilimsel Sosyalizmi benimsedi.1
Ethem Nejat gibi Mustafa Suphi de ilk Türkçülerdendir. Daha da önemlisi, Yusuf Akçura ve Mustafa Suphi, 1912 yılında, iktisatçı Mustafa Zühtü’yle birlikte ve Mustafa Suphi’nin yakın arkadaşı Ahmet Ferit’in başkanı olduğu “Milli Meşrutiyet Fırkası” adlı devrimci bir parti kurarlar. Bu parti ekonomide milli sanayinin geliştirilmesini savunmakta, yerli malı kullanılmasını önermektedir.2 Bunun dışında parti sosyalist akımlardan oldukça güçlü bir şekilde etkilenmiştir ve yayın organı İfham, dikkate değer bir biçimde toplumsal içerikli yazılara ağırlık vermektedir.
Niyazi Berkes “Unutulan Adam: Yusuf Akçura” başlıklı bir incelemesinde milliyetçilikle sosyalistliğin/toplumculuğun ortak kökünü şöyle açıklıyor: “(...) Gerçekte hepsi milliyetçidir, fakat bunların daha çok antiemperyalist oldukları, emperyalist güçlerin Osmanlı Devleti üzerine etkisinin başladığı, radikal toplumsal ‘devrimler’ yanlısı oldukları, İfham gazetesinin yayınları arasında çıkan kitaplardan, Akçura’nın Türk Yurdu’nda ekonomik sorunlara daha çok yer veren yazılara düşkünlüğünden bellidir. Almanlarla yaptığı gizli bir antlaşmayla İsviçre’deki Lenin’i savaş halindeki Almanya’nın ortasından geçirterek Helsinki’ye ulaştırma projesinin mimarı olan Parvus’u Türk Yurdu okuyucularına yazılarıyla tanıtan Akçura’dır. Adı geçen Milli Meşrutiyet Partisi’nin, Mütareke dönemindeki yeni programında antiemperyalizm görüşü açıkça belirtilir. Akçura adı burada da vardır.”3
Milliyetçilik ve Sosyalizm
Türkçü ve halkçı hareketin; hepsi de Rus Narodnik (Halkçı) sosyalizmi kökeninden beslenen4 hepsi de aynı zamanda sosyalist5 olan Bulgar, Sırp, Hınçak ve Taşnak milliyetçilikleriyle karşılaştırıldığında, onlarla aşağı yukarı aynı programı savunduğu görülmektedir. 20. yüzyılın başında kapitalizmin çok az geliştiği ve işçi sınıfının son derece cılız olduğu, anlamlı ve etkili bir işçi sınıfı hareketinin olmadığı Osmanlı toplumunda, gerçekleşebilir ve toplumu özgürleştirebilir en ileri hareket halkçı bir sosyalizm olabilirdi. Kapitalizmin emperyalistleşerek sömürgeleştirmek istediği bütün geri ülkelerde, sanayinin gelişmesi de ancak, ulusal, kamucu ve halkçı bir programla mümkündü. İşte bu programın adı ulusal halkçı bir sosyalizm ya da Doğan Avcıoğlunun deyişiyle milliyetçi bir sosyalizmdi.
Dahası, büyük devrimci Mustafa Kemal bunu, 20. yüzyılın başından ölümüne kadarki pratiğinde bütün özgüllüğüyle kanıtladı. Onun daha 1904 yılında not defterine “Evvela sosyalist olmalı maddeyi anlamalı” şeklinde düştüğü not, hem sosyalizmin bilimle, tarihsel maddecilikle eş anlamda kullanılması hem de sosyalizmle halkçılığın, pratik içinde halkçılıkla milliyetçiliğin birçok bakımdan özdeş algılanması açısından çok önemli ve anlamlıdır.
Bu çerçeveden baktığımızda Türkçüler sosyalistti demek gerçekçi bir ifadedir. 20. yüzyılın başında Osmanlı’da Aydınlanmacı ve sosyalist fikirlerin en önemli merkezi Selanik’tir. Buradaki sosyalist düşünce ve örgütlenmenin merkezi de Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’dur. Bu dönem sosyalizmiyle ilgili araştırmalar yapan Türkiye sosyalizminin önemli isimlerinden Abidin Nesimi’ye göre, Osmanlı Türk sosyalistleri ile Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’nun yakın ilişkileri olmuş, Osmanlı Türk sosyalistlerinden Rasim Haşmet, Enis Avni (Aka Gündüz), Ali Canip Yöntem ve Ömer Seyfettin Federasyon’a girmiş, örgütün önde gelen isimlerinden Benarova ve Vlahov’la birlikte çalışmışlardır.6
Diğer bir önemli sosyalist araştırmacı Kerim Sadi’ye (A. Cerrahoğlu) göre, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Selanik’te çıkan resmi yayın organı İttihat ve Terakki gazetesinde devlet sosyalizminin kabul edilmesi savunulur. “Sosyalizm” ve “komünizm” gibi kavramlar tartışılır.7 Sosyalist İşçi Federasyonu’nun 1909’dan itibaren Türkçe yayın organı Amele Gazetesi İttihat ve Terakki tarafından desteklenmektedir ve yöneticisi Genç Kalemler çevresinden Rasim Haşmet Bey’dir; aynı çevreden Mustafa Nermi Bey gazetenin yazarları arasındadır.
1908-1910’da sosyalist veya sosyalizme eğilimli Selanik gençlerinin hemen tümü, Ali Canip, Mustafa Nermi, Akil koyuncu, Enis Avni (Aka Gündüz), Kazım Nami Duru, Ömer Seyfettin, Rasim Haşmet, 1911-1913’lerde halkçı ve milliyetçi Yeni Hayat/Yeni Lisan hareketi içinde yer alacaklardır. Daha sonra TKP’nin önderlerinden biri olarak öne çıkan Ethem Nejat da bu çevrenin içindedir. Bu isimler aynı zamanda İttihat ve Terakki’ye üyedirler veya ona bağlıdırlar.
Ömer Seyfettin’in siyasi yazıları bu dönemin devrimci aydınlarının çağın gerçeklerini nasıl yorumladıklarını, sosyalizme/sola nasıl baktıklarını anlamak açısından öğretici. 1918’de Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazdığı “Tabii Mefkûreler” başlıklı makalesi, onun, dünyaya bu materyalist ve tarihsel bakışını, “yeni bir devrim”le kastettiği sosyalizme bakışını yansıtmaktadır:
“En tabii mefkûreler [ülküler, idealler] hayatın hakikatine uyanlardır. Fikir akımlarıyla, büyük toplantılarla, ayinlerle bir mefkûre bütün bir millete telkin olunabilir. Fakat bir gerçeğe dayanmıyorsa o toplumun felaketine sebep olur. (...) Rönesans, Reform, Büyük İhtilal gibi üç büyük devrimin ürünü olan bugünkü medeniyet yeni bir devrimin arifesinde bulunuyor. Bu devrim hemen hemen sırf iktisadi olacak. Davası: Hak! ‘Kardeşlik, eşitlik, adalet’ esaslarına ters düşen her kurumun artık yıkılmaya mahkûm olduğunu Alman iflasıyla gördük. Tarihin, içinde yaşadığımız bu büyük dersinden ibret alarak kültürümüzde mevcut fikir akımlarının, mefkûrelerin insani esaslara, hayatın gerçeklerine ne derece uyduklarını derin derin muhakeme etmeliyiz. Tabii mefkûrelerle hastalıklı, yapay mefkûreleri birbirlerinden ayırmalıyız.”8
Yine, “İyimser olmak için soldan geri hareketi bir fantezi farz edelim”9diyen Seyfettin’in, 1919’da aynı gazetede yazdığı “Devrimin Teakubu” (Sürekliliği) başlıklı makale, bu yaklaşımı daha da pekiştiriyor; aynı zamanda tarihsek diyalektik bir kavrayışı ve gerçek insanseverliği yansıtıyor:
“Ortaçağdan kalma iktisadi teamüller, teşkilatlar, mevhumlar, hakikatler son saatlerini yaşıyor. Büyük İhtilâl’le siyasette galebe çalan “adalet, eşitlik, özgürlük” ilkeleri, şimdi mazinin üç büyük devriminden pek etkilenmeyen iktisadiyat alanına da girmek üzere... Belki bir asırda bitmeyecek olan bu iktisadi devrim, ihtimal insanlığın son galeyanı olacak, eski devirlerden kalma harp, menfaat, ihtiras ve ilah... gibi felaket tohumları dünya yüzünden ebediyen süpürülecektir.”10
Hemen anlaşılacağı gibi, buradaki anlatılan iktisadi devrim, yani burjuva devrimlerinin siyasi özgürlükleri sağlarken, yasalara bunları temel haklar olarak koyarken sınıfsal çıkarı gereği gerçekleştirmediği ve engellediği ekonomik eşitliği sağlayacak olan sosyalizmden başkası değildir.
Nasıl oldu da 1904’lerde, 1910’larda, Selanik’te, bütün milliyetlerden insanlarla aynı çatı altında sosyalizmi savunan Jöntürkler 1912’den sonra hızla “sosyalizm”den uzaklaşıp Türk milliyetçiliğine yöneldiler? Daha doğrusu bu bir zayıflık, yalpalama veya zikzak mıdır ya da sosyalizm ile Türkçülük birbirine karşıt da birinden öbürüne dönmek midir, yoksa Türk Devrimi’ne özgü doğal, kaçınılmaz bir gelişme midir?
Kuşkusuz doğru yanıt, yukarıdaki açıklamalarda da görüldüğü gibi, Türk Devrimi’nin özgüllüğünde yatıyor. Yani, 1937’de Altı Ok programında son biçimini alan ilkelerde görüldüğü gibi, Türk Devrimi’ne hem ulusal ve demokratik devrimin hem de sosyalizmin ilkeleri birlikte yön veriyordu. Hele Batı’da burjuvazinin emperyalistleşip gericileştiği 20. yüzyılın başında, emperyalizmin sömürgeleştirme tehdidi altındaki Osmanlı coğrafyasında, aydınların kapitalizmi savunarak 1789’daki gibi devrim yapmaları olanaksızdı artık. O nedenle vatanı savunmak, milliyetçilik liberalizmin değil sosyalizmin bir bileşeniydi.
Bugünün bilinci ve bilgi birikimiyle baktığımızda evrensel durum böyleydi, ancak Jöntürklerin felsefi, teorik birikimi, olguları bu bütünlükte ve derinlikte kavramalarına yetmiyordu. O nedenle gelişen olaylar ve vatansever devrimci sezgileri onlara yol gösterdi. Başlarda belirttiğimiz gibi, iki önemli olay devrimciliğin bu biçim değiştirmesinde (halkçı sosyalist biçimden, halkçı milliyetçi biçime) belirleyici rol oynadı: Balkan milliyetçi sosyalistlerinin, Batılı emperyalistlerin desteği ve kışkırtmasıyla yürüttükleri katliamlar ve ayrılık yönünde Osmanlı’ya açılan savaşla İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali. Her iki olay da Batılı II. Enternasyonal’e bağlı sosyalistler ve ilerici aydınlar tarafından desteklenmiştir. Hem Osmanlı’ya açılan savaş hem de toprak paylaşımı noktasında Bulgar, Sırp ve Yunan milliyetçilerinin birbiriyle savaşı sonucu Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’ndaki sosyalist birliği ve “Enternasyonal” hayallerini yok etti. Türk sosyalistlerinin önünde tek bir seçenek vardı; o da dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu ve yaklaşmakta olan emperyalist savaş karşısında vatanı savunmak ve Türk ulusuna dayanan yeni bir devlet kurmaktı.
Ekim Devrimi ve stratejide değişiklik
Türkçülük, II. Meşrutiyet’e kadar daha çok Türkleri tarihdeki yerinin ortaya çırılmasına, soy ve köken incelemesine, dil ve kültür ortaklığına dayanan, bu anlamda bütün Türkleri kucaklayan kültürel bir akımdı. 1908’den itibaren giderek netleşen İngiliz-Fransız-Çarlık emperyalist ittifakının Osmanlı’yı parçalama siyaseti, Turancılık olarak ortaya çıkan Pantürkçü bir siyasetin gelişmesi için elverişli bir zemin yarattı. Özellikle Çarlığa karşı bağımsızlık mücadelesi veren Rusya’daki Türklerle Osmanlı Türklerinin kaderi aynı düşman cephesine karşı birleşiyordu. I. Dünya Savaşı’nın bitimine, özellikle 1917 Ekim Devrimi’ne kadarki süreçte Turancılık, nesnel konumlanışı ve hedefleri açısından antiemperyalist bir içerik taşıyordu.
Diğer yandan, başlangıçtaki, bütün Türkleri kucaklayan kültürel nitelikteki romantik Turancılık, Enver Paşa gibi Almanlara fazla güvenen maceracı yöneticilerin hatalı siyasetlerine kaynaklık etti. Ancak bütün bunlar, o günün somut koşullarında İngiltere-Fransa-Rusya emperyalist ittifakına karşı Türkiye’nin ulusal Kurtuluş Savaşı’nın 1914’lerde, hatta 1912’lerde başladığı, bir bütün olarak, bu savaşta İttihatçıların ve Türkçülerin (Turancılık dahil) siyasetinin yurtsever bir siyaset olduğu gerçeğini değiştirmez.
Rusya’da 1917’de gerçekleşen Ekim Devrimi, Osmanlı’nın yenilgisi, Anadolu’nun işgali ve hemen arkasından 1919’da başlayan ulusal Kurtuluş Savaşı süreci, çoğu aynı zamanda İttihatçı olan Türkçülerin düşünce ve siyasetlerinde önemli değişiklikler yarattı. Bu değişikliklerin en önemlileri;
1. Gerçekçi olmayan, romantik, saldırganlık potansiyeli taşıyan Pantürkçü-Turancı hayallerin, siyasetlerin terk edilmesi, Anadolu’yu (Misakı Milli) esas alan bir milliyetçilikte karar kılınması;
2. Çarlık emperyalizminin yıkılması, yerine ezilen uluslara kendi kaderini tayın hakkını savunan sosyalist bir iktidarın kurulması ve hemen arkasından da aynı emperyalist Batı’ya karşı mücadelede Sovyet Rusya’sı ile Türkiye arasında kader birliğinin oluşması. Böylece eski Çarlık karşıtı, “Moskof düşmanı” siyasetin koşullarının fiilen ortadan kalkması.
Türkçüleri, Mustafa Kemal’in akılcı, gerçekçi strateji ve siyasetlerinin önderliğinde, Sovyetler’le stratejik bir dayanışma ekseninde birleştiren tarihsel deneyimler ve gelişmeler bunlardı.
Türkçülükten Kemalizme
1923 sonrası yıllar, Türkçülerin ideallerini Mustafa Kemal’in önderliğinde Cumhuriyet Devrimi atılımlarıyla gerçekleştirme yıllarıdır. Artık Türklerin ezeli düşmanı Çarlık tarihe karışmış, Kurtuluş Savaşı’nın varlık yokluk yıllarında Türklerin yanında olan, ona her türlü desteği sunan sosyalist Sovyetler Birliği vardır. Sovyetler’le dostluk dış politikanın temelidir; bilim, eğitim, ekonomi ve kültürel alanda işbirliğiyle gelişen doğal bir dayanışma ve beraberliktir bu.
1923’ten sonra yeniden faaliyete geçen Türk Yurdu ve Türk Ocaklarının artık Kemalist iktidardan farklı bir idealleri ve programları yoktur. Devrimin bu en kritik yıllarında onların işlevi, iktidarın politika ve uygulamaları doğrultusunda, devrimin düşünsel alanını geliştirmek ve bunu halka benimsetmek olan kültürel ağırlıklı bir faaliyettir. Türk Yurdu ve Türk Ocağı 1930’lara kadar bu görevi büyük ölçüde yerine getirdi. Ocağın gerek Kemalist Devrim’in fikriyatını benimsemesinde gerekse devrimin ona yüklediği kültürel işlevi yerine getirmesinde Yusuf Akçura, Mahmut Esat Bozkurt ve Dr. Reşit Galip’in rolü büyük olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı yıllarının Turancıları yurtsever bir karakter taşıdıkları için Cumhuriyet Devrimi süreci içinde Atatürk milliyetçiliğiyle ideallerine ulaştılar ve onun içinde eridiler. Böylece, Türkçülüğün doğuştan devrimci niteliğindeki, Osmanlıcılığın, genlerindeki yayılmacılığın bir yansıması olan Turancılıkla yer yer iç içe geçmesiyle meydana gelen bulanıklık da çözümlenmiş oldu.
Bunun anlamı aynı zamanda şuydu: Kemalizm dışında, ona karşı çıkarak antiemperyalist, laik ve halkçı nitelikte bir Türkçü, Türk milliyetçisi akımın gelişme şansı kalmamıştır; bunun Kemalizmle temsil edildiğini yaşanan tarih kesin olarak kanıtlamıştır. Türkiye’de, Altı Ok’ta ifadesini bulan milliyetçilik dışında bir milliyetçilik ancak emperyalizmin desteğiyle, özellikle o yıllarda yükselen bir akım olan İtalyan Faşizmi ya da Alman Nazizminin etkisi altında gelişebilirdi, ya da dönüp dolaşıp ona hizmet eden bir konuma düşmek durumundaydı.
Türk Ocaklarının Kemalizme bağlılığına rağmen, örgüt içinde Turancı eğilimler varlığını sürdürmeye devam etti. Sovyetler’den kaçan göçmenler arttıkça bu eğilim belli bir canlanma gösterdi. Hitler politikalarının Avrupa’yla birlikte Türkiye’de de etkili olmaya başlaması sonucu, özellikle 1938’lerden sonra Atatürkçülüğün aydınlanmacı ve halkçı siyasetlerine mesafeli duran ve ırkçılığı savunan fikirler yaygınlaştı.
Bu konuda, Mahmut Esat Bozkurt, Dr. Reşit Galip ve kuşkusuz Atatürk ile tutucu-Osmanlıcı Tanrıöver’in İtalyan faşizmine bakışlarındaki farklılık öğretici bir örnektir. Türk Ocağı Başkanı Hamdullah Suphi Tanrıöver’in 23 Nisan 1930’da Türk Ocakları merkez binasının açılışında yaptığı ve temel düşüncelerini açıkladığı konuşması faşizmi över niteliktedir:
“(...) Münevver ve milliyetperver bir gençliğin, İtalya toprakları üzerinde, sınıf öfke ve kininden doğan hareket karşısında, derhal kendini toplamasını ve büyük vatanperverin doğru yolu gösteren emri altında, arzın medeniyet kaynaklarından biri olan güzel memleketlerini yönetebilmelerini, hürmet ve taktir ile görmüşüzdür. Biz faşist milliyetperverliğin dünkü galeyanında hem geçmişimizi, hem de geleceğimizi görürüz. Türk vatanı tehlikeye düştüğü vakit, ocaklılar milli kahramanın bayrağı altına koşmakta ve onun emri altında kendilerine verilen görevi yapmakta bir an tereddüt etmediler. Faşizm gençliği gibi, milliyetperver Türk gençliği, yarın da Türk inkılabını tehdit edecek bir göreve karşı silahını kapıp müdafaa görevine koşacaktır.”11
“İtalya’yı yerli bir Bolşevizm hareketinden kurtarmış olan bir milliyetçi hareket vardır. Faşist İtalya’nın timsali olan (Duçe’yi) Mussolini’yi tanırsınız. Onun aleyhine yazılacak tek bir kelime, söylenecek söz tasavvur edilmek imkânı olmayan bir şeydir. (...) İrticadan nasıl korkuyorsanız, milli müesseselerimize irtica kadar ve ondan fazla düşman olan Bolşevik cereyanından da korkunuz.”12
Oysa Kemalizmin önde gelen sözcülerinden ve Türk Ocaklarının kıdemli üye ve önderlerinden Dr. Reşit Galip, daha 1926’da kendisiyle söyleşi yapan bir muhabirin, “Türk Ocaklarıyla faşizm arasında bir müşahabet var mıdır?” şeklindeki sorusuna, “Zannetmem. Faşizm bir irticadır, Ocaklılık ise, bir ilerleme ve devrimdir. Faşizm, adi politikacılıktır. Ocaklılık nezih vatanseverliktir. Faşizm emperyalisttir. Ocak ise hudut bekçisidir. Ayrıca bunlar, iki ayrı milletin milli kurumları olmak itibarıyla elbette aralarında ayrıca bu milletlere has nitelik farklarının bulunması da zaruridir”13yanıtını vermektedir.
Mahmut Esat Bozkurt’un faşizm konusundaki değerlendirmesi de aşağı yukarı aynıdır:
“Alman rejimi, milliyetçilikte raciste, yani ırkçıdır. Türk rejimi ise, ırkçı değildir. Daha ziyade kana değil, kültüre ve dile önem verir.
“Bununla beraber, Atatürk büyük nutkunda ‘Kanını taşıyandan başkasına inanma’ demiştir. Fakat bu tavsiye tatbikatta, kültür, dil birliği halinde tecelli etti. (…)
“Milli [Nasyonal] Sosyalizm, emperyalisttir. Türk rejimi bunu kabul etmek şöyle dursun esasından reddeder ve bu gibi eğilimleri suç sayar. Milli [nasyonal] Sosyalizm, Hitler diktatoryasıdır. Türk rejimi ferdi diktatörlüğü de kabul etmez, ulus egemenliğine dayanır.”14
Dr. Reşit Galip ve M. Esat Bozkurt’un bu son derece berrak, ikna edici yanıtları, Kemalist Devrimci milliyetçilikle ırkçı milliyetçilik arasındaki farkın o zamandan ne kadar net görüldüğü anlaşılmaktadır. İkincisi, daha faşizmin ilk yıllarında, ne yapacağı belli olmadan bu kadar netlikte bir değerlendirme olmasına rağmen, 1930’larda H. Suphi’nin faşizmi saf bir görünüm vererek övmesi anlamlıdır ve bütün o saflığı silip götürmektedir.
Karşılaştırmamız şu açıdan önemlidir: 1930’lara gelindiğinde yükselen iki büyük akım vardı: Sosyalizm ve faşizm. Zayıf da olsa hâlâ yaşamakta olan, sosyalizmden kaçanların anlattıklarıyla beslenen “Esir Türkler” edebiyatıyla da canlı tutulmaya çalışılan Sovyet düşmanlığı, ne antiemperyalizm, ne halkçılık, ne de laiklik konusunda Türkiye’nin çıkarlarıyla hiçbir ortak yana sahip değildi. Dolayısıyla devrim karşıtı bu eğilim kaçınılmaz olarak faşizmle buluşuyor, onda bir dayanak arıyordu. 1940’lara kadar da gerek yöneticiler ve aydınlar içinde gerek halk saflarında ciddi bir destek bulamıyordu.
Türk Ocağı’ndan Halkevleri’ne
Böylece 1930’lara gelindiğinde artık devrimci Türkçü hareket Kemalizmle bütünleşmiş, bu anlamda Türkçülüğün kültürel merkezinden Kemalist Devrim’in kültür merkezine dönüşen Türk Ocakları da bu işlevini eski adı ve yapısıyla sürdürmede, gerek kendi içinde gerekse Kemalist iktidarla ilişkilerinde zorlanır hale gelmiş, yer yer Kemalist siyasetlerle çatışmalar yaşanmaya başlamıştır. Bu nedenle, Türk Ocakları 1931 yılındı Atatürk’ün önerisiyle kendini fesh eder ve yerine, onun kültürel işlevlerini yerine getirmek üzere Halkevleri kurulur.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu bu değişimi öğretici bir şekilde şöyle açıklıyor:
“Türk Ocağı, düne kadar bir takım yabancı etkilerle karşı karşıya olan Türk varlığını gerek siyasi, gerek toplumsal, gerek sanatsal ve gerek ırki alanda muhafaza ve müdafaa ediyordu. Bu görev onun için yeterli bir yaşama nedeniydi. Lakin bugün aynı görevi, şüphesiz yine Türkçülük akımından doğmuş olan daha geniş, daha kapsamlı diğer bir kurum kendi omzuna almış bulunuyor. Bu kurum, ordusuyla, hükümetiyle, idari, adli ve kültürel teşkilatlarıyla şu koca Türkiye Devletidir. (...) Şu halde görülüyor ki, Türk Ocağı teşkilatının yerine getirdiği görevlerden birçoğu Türkçülük mefkûresinin siyasi olarak hayata geçirilişinde tamamıyla bir cemaat ve halk işi olmaktan çıkmış ve bir devlet işi haline girmiştir.”15
Türk Ocaklarının kapatılmasında sanıldığı gibi sadece Türk-Sovyet dostluğu konusundaki hassasiyet değildir belirleyici olan. Hatta bu, genellikle söylendiği gibi birinci neden değildir. Biriken sorunlar ve bunun sonucu ocağın kapatılması, o güne kadarki gelişmelerin doğal bir sonucudur. En başta, Kemalist politikaların uygulanması, liberalizme karşı güçlü bir mücadeleyi, merkezi bir otoriteyi ve disiplini gerektirmekteydi. Oysa Hamdullah Suphi, Fuat Köprülü ve Ağaoğlu Ahmet vb’nin savunduğu, daha sonda Demokrat Parti’yi doğuracak olan Serbest Fırka yanlısı liberal fikirlerin yaygın olduğu Türk Ocağı gibi örgütler bu uygulamaya aengel olmaktaydı.
Türk Tarih Tezi’yle Batı merkezci tarih anlayışına karşı Türklerin kendine güven duygusunu güçlendiren, özellikle İslam öncesi Türk kültürünün tarihi köklerine yönelen devrimci, laik bir tarih anlayışının geliştirilmesi, yine aynı doğrultuda başlatılan laikleşme ve dilde arılaşma adımlarıyla Türk milliyetçiliği uluslaşma ve çağdaşlaşma yönünde büyük atılımlar yaptı. Bu gelişmelere karşı, emperyalizm ve işbirlikçisi liberal muhafazakar kesimde kendi siyasetlerine uygun bir milliyetciliği geliştirmeye çalıştı. Kısacası, devrimci Türk milliyetçiliğine karşı emperyalist stratejinin uzantısı bir milliyetçiliğin geliştirilmesi için özel bir çaba harcandı.
Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Halkevleri, Devletçilik ve Planlamacılık hepsi aynı dönemde hayata geçirilen aynı hamlenin, aynı bütünsel programın parçalarıdır. Ocakların kapatılması ve CHF’nin bir yan kuruluşu olarak Halkevleri’nin kurulması, Serbest Fırka deneyimi de dikkate alındığında, özellikle ekonomik alanda liberalizmden devletçiliğe geçilmeye karar verildiği bir dönemeçte düşünsel ve toplumsal alana devrimci bir müdahale ve otorite kurma ihtiyacının sonucu olarak doğaldı.
Falih Rıfkı’ya göre bir zamanlar ülkedeki en ileri görüşleri temsil eden Türk Ocakları, bu görüşlerin Cumhuriyet Halk Fırkası tarafından uygulamaya konulmasıyla önemini kaybetmiştir. Öte yandan Türk Ocakları üyeleri ile CHF üyelerinin aynı kişilerden oluşması nedeniyle, yalnızca tarihsel bir isme sahip olan Türk Ocaklarının varlığını sürdürerek Cumhuriyet unsurlarının birliğini bozmasına izin verilmemelidir.16
Mustafa Kemal ise, ocak üyelerinden Ruşen Eşref Ünaydın’a hitaben yaptığı konuşmada yeni gelişmelerin nedenlerini şöyle açıklamıştır: “Milletlerin tarihinde bazı devirler vardır ki belli amaçlara ulaşabilmek için maddi ve manevi ne kadar kuvvet varsa hepsini bir araya toplamak ve aynı istikamete yöneltmek gerekir. Yakın senelerde milletimiz böyle bir toplanma ve birleşme hareketinin verdiği önemli sonuçları idrak etmiştir. Memleketin ve devrimin içeriden ve dışarıdan gelecek tehlikelere karşı korunması için bütün milliyetçi ve cumhuriyetçi kuvvetlerin bir yerde toplanması lazımdır. Kuruluş tarihinden beri bilimsel alanda halkçılık ve milliyetçilik ilkelerinin yaygınlaşması ve benimsetilmesinde sadakatle ve imanla çalışan ve bu yolla memnuniyet verici hizmetleri yerine getirmiş olan Türk Ocaklarının aynı esasları siyasi ve tatbiki alanda uygulayan fırkamla ve tam manasıyla yekvücut olarak çalışmalarını uygun görürüm.”17
Türk Devriminin temel denklemi
Sonuç olarak, emperyalizme ve başında Osmanlı saltanatının olduğu ortaçağ güçlerine karşı bir devrimle kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Türk Devriminin büyük atılımlarıyla kimlik ve ruh kazanan Türk Milleti, bugün yine büyük bir devrimci atılımla, kurulan tuzakları ve kuşatmaları kırıp yeni bir uygarlıkta yerini alma sancısı içindedir. Başta vurguladığımız gibi, Türkiye, içinde bulunduğu ulusal ve toplumsal krizden, yaratılmak istenen kaos ve yıkım sarmalından ancak büyük bir devrimci enerji ve atılımla çıkabilir. Bu, tarihin ve olayların milletimize dayatmış olduğu bir zorunluluktur.
Türk milliyetçiliğinin önünde, tıpkı çöken Osmanlının bağrından emperyalist haydutluğa karşa ilk Türkçülerin devrimci bir programla savaşarak Türkiye Cumhuriyetini kurduğu gibi, bugün de aynı devrimci program ve ruhla Türkiyeyi parçalanma tuzaklarından ve kaosundan çıkarma görevi vardır. Akçura’nın 1925’te Türk aydını için tanımladığı görev bugün de aynıdır. Program, dün neyse aşağı yukarı bugün de geçerli ilkelerdir; ulusal ve demokratik devrimimizin vazgeçilmez karakteristik ilkeleridir: Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik (Bağımsızlıkçılık), Halkçılık, Aydınlanmacılık (bilim ve laiklik), Devletçilik ve Devrimcilik. Hepsi birbirini tamamlayan, birbirini zorunlu kılan bu ilkeler, geçtiğimiz yüz yıllık deneyimin de kanıtladığı gibi, aynı zamanda Türk devletinin, Türk ulusunun bekasının da temellerini oluşturuyor.
Devrimcilik Türk milliyetçiliğinin vazgeçilmez bir özelliğidir. Tersi de doğrudur: Türkiye ve ezilen bir dünya ülkesinde milliyetçi olmadan devrimci olunmaz. Devrimci değilse milliyetçilik sahteleşmeye, emperyalizmin denetimine girmeye mahkumdur; milliyetçi olmadan devrimcilik de aynı şekilde emperyalist stratejilerde rol almaktan kurtulamaz. Bu, Türk Devriminin temel denklemidir, tunç kanunudur. Çünkü Türkiye’de emperyalizme ve ortaçağa karşı savaşmak, devrimciliğin olmazsa olmaz koşullarıdır.
1 Bkz. Avcıoğlu, age, s.461-463.
2 Georgeon, age, s.64.
3 Niyazi Berkes, Felsefe ve Toplumbilim Yazıları, 1985, s.213-214. Ayrıca bkz. Avcıoğlu, age, s.461 vd.
4 Bilindiği gibi, Narodnizm 1900’lerin başından itibaren Sosyalist Devrimciler olarak örgütlendi.
5 “Sosyalizmi” diyoruz, çünkü bütün bu partiler II. Enternasyonal’e bağlı sosyalist partilerdi.
6 Abidin Nesimi, Türkiye Komünist Partisi’nden Anılar ve Değerlendirmeler (1909-1949), Promete Yayınları, İstanbul, Haziran 1979, s.30-31’den akt. Dr. Arda Odabaşı, Osmanlı’da Sosyalizm, Türkçülük ve İttihatçılık-Rasim Haşmet Bey, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2011, s.31.
Reklamdan sonra devam ediyor 
7 Kerim Sade (A. Cerrahoğlu), Türkiye’de Sosyalizmin Tarihine Katkı, 2. basım, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994, s.176-180’den akt. Arda Odabaşı, age, s.33.
8 Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri, Harem, Bilgi Yayınevi, s.94-95.
9 Nazım H. Polat, “Soldan Geri”, Külliyatına Girmeyen Yazılarıyla..., s.151.
10 Ömer Seyfettin, age, s.197.
11 Füsun Üstel, Türk Ocakları, s.323-324.
12 Tanrıöver, age, s.46-47.
13 Füsun Üstel, age, s.212.
14 Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali I-II, 1 basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2003, s.193.
15 Yakup Kadri, “Türkçülük Mefkûresinin Tahakkukundan Sonra”, Hakimiyet-i Milliye, 30 Nisan 1925, no. 1412’den akt. F. Üstel, age, s.175.
16 Atay, age.
17 Vakit, 25 Mart 1931, no. 4744’ten akt. F. Üstel, age, s.374.

Yorumlar